MÜJDE IV. Bölüm

Taksicinin parasını ödeyerek indi arabadan Mark çocukluğunun eğlence temsili olan oyun parkının yüzüne bakmadan doğruca eve ilerledi. Kapı çalması ile açılması bir oldu;
-Mark, hoş geldin! Gel içeri hadi…
Usul adımlarla girdi evine Mark, salona varınca Andrea ile kucaklaştılar;
-Özletiyorsun kendini dedi Andrea, “Daha sık gelmelisin…”
-Haklısın… dedi Mark ve baba oğul bir an için bile olsa sıradan bir muhabbete tutuştular. Yemek masasına geçtiklerinde konuyu araladı Mark;
-Tarık yemiyor mu?
Rose’un yüzündeki tebessüm maskesi düşü verdi yüzünden, hüzün dolu bir damla yaş kaldı geriye.
-Yemek istemedi dedi Andrea “Tokmuş...”
Rose başını yemeğinden ayırmadan müdahil oldu sohbete;
-Bir haftadır bir şey yemiyor…
Kimse yemeğine dokunmuyordu, herkesin başı önünde dalıp gitmişti. Mark daldığı matemden uyanınca ayağa kalkarak kapıya yöneldi, Tarık’la görüşmeliydi. Evden hızlı adımlarla çıkarak bahçedeki karavana doğru ilerledi, kapıyı tıkladı.
-Kapı açık diye seslendi Tarık.
Kapıyı aralayıp içeriye giren Mark bir süre gözleriyle Tarık’ı aradı.
-Buradayım... diye seslendi Tarık karavanın arka köşesinden.
Dağınıkla adeta savaşarak Tarık’ın yanına geldi ve karşısına oturdu Mark. Bir abi şefkatiyle tatlı sert kızdı;
-Ne yapıyorsun sen Tarık?
-Ölüyorum, ya sen?
-Bunu da nereden çıktı şimdi?
-Hadi ama Mark daha iyi oynayabilirsin, harcama bu yeteneğini…
Yapmacık tavırlarını bir kenara bırakarak derin bir nefes aldı;
-Kim söyledi?
-Anlamak zor değil Mark…
Mark elini Tarık’ın omzuna koydu;
-Nasıl hissediyorsun?
Uzunca bir süre cevap vermedi Tarık, o kadar yoğun duygular hissediyordu ki buna bir isim veremiyordu bile. Sonra Mark’a dönüp tebessüm etti;
-Biliyor musun Mark, öleceğim için üzülmüyorum. Benim üzüldüğüm tek şey babamın vasiyetini yerine getiremeyecek olmak…
Üstelik ilk defa bu kadar yaklaşmışken…
-Bir dakika bir dakika… Neden yerine getiremiyormuşsun vasiyetini?
İçten bir güldü bu kez Tarık;
-Ölüyorum ya hani?
-Onu biliyoruz, hatırlatıp durma şunu...
Ama hala vaktin var değil mi? Hemen pes etmeyeceksin herhalde…
-Bu kez edeceğim, etmek zorundayım…
-Ne demek “etmek zorundayım”!
-Basbayağı etmek zorundayım işte…
-Hani o anlattığın hikâyedeki karıncayı örnek verip duruyordun, hani gibi olacaktın? Yoksa hepsi yalan mıydı?
Yeniden gülümsedi Tarık;
-“O sırrı bulamazsam bile bu arayışla öleceğim” demiştim değil mi?
-Aynen öyle demiştin…
-Bazen çok büyük konuşuyorum değil mi?
-Genelde… diye yanıtladı Mark, gülüştüler…
-Biliyor musun bayıldığım gece rüyamda babamı gördüm…
-Hadi be! Ciddi misin?
-Her zaman yanımda olduğunu söyledi…
İkisi de başlarını önüne eğerek bekledi bir süre, sonra bir şeyler hatırlamış gibi aniden başını kaldırdı Mark;
-İlk defa bu kadar yaklaştım diyordun, bir şey mi buldun?
-Ha! Dedi Tarık, “Rüyamda babamla birlikte bir kız da vardı, eminim aradığım kişi o…”
-Hatırlıyor musun nasıl biri olduğunu peki?
-Şey…
Küt sarı saçları vardı…
Sonra…
Gözleri kocaman kocaman ve okyanus mavisiydi…
Bir de küçücük bir burnu vardı…
Bunları hatırlıyorum sadece.
Tek kaşını havaya kaldırarak Tarık’a sinsi bir bakış attı Mark;
-Dostum sırrı çözdük!
* * *
Sokağın başına geldiklerinde hala bir şüphe vardı içinde Tarık’ın;
-Ya sen bu kızın aradığımız kişi olduğuna emin misin?
-Hayır ama denemekten de zarar gelmez değil mi?
-Bilemiyorum Mark, aradığım sırrı bu kız mı söyleyecek şimdi?
-Ne o beğenemedin galiba?
-Hayır hayır, sadece evrenin sırrına sahip olan kişiyi yaşlı bir bilge olarak düşünmüştüm hep…
-Ön yargılıyız sanki biraz?
-Öyle durdu değil mi? Neyse konuşmaktan zarar gelmez herhalde…
Burada mı çalışıyor?
-Aynen, kız kardeşiyle birlikte işletiyorlar burayı…
-Demek pasta yapan bir bilge ha?! Dedi Tarık gülerek “Çok satan kitap isimleri gibi oldu bak!”
-Aa! İşi iyice dalgaya vurdun ama sen, hadi iş başına…
Oflaya oflaya kafeye doğru ilerledi Tarık. Dükkânın önüne kadar geldi ama içeride kimse yok gibiydi, kapıyı açarak usulca içeri girdi. Ortalıkta ses seda yoktu, önce hafifçe öksürdü halen gelen giden yoktu;
-Kimse var mı acaba?
Uzaktan kalınca bir ses
-Geliyorum! Dedi.
Kısa bir süre sonra sarışın küt saçlı bir kız paravanın arkasından tezgâha geldi ancak gelen kız Tarık’ın beklediği kız değildi. Evet, tarifine bu kız da uyuyordu ama o kız bu kız değildi işte. Kendisinden beklenmeyecek bir sesle sordu;
-Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?
Buraya kadar gelmişti, boş dönmeye utanıyordu. Oldum olası bu hastalık vardı zaten Tarık’ta, bir yere girdiyse bir şey almadan çıkamıyordu. İnsanların zamanını alıyordu neticede ve bunun karşılığını verme mecburiyeti hissediyordu istemsizce. Şu durumda bile bunun mahcubiyetini hissediyordu. Aklına ilk gelen fikri atıverdi ortaya;
-Ben pasta sipariş edecektim, doğum günü pastası!
-Peki, ne zamana lazım bu pasta size?
-Şey, yarına lazım yarın almam gerek…
-Anlıyorum, nasıl bir şey istediniz peki? Meyveli mi olsun, çikolatalı mı?
-Meyveli olursa iyi olur…
-Kimin adına olacak pasta?
-Tarık Demirci’ye…
-Yarın akşama doğru gelip alabilirsiniz o halde…
-Borcum ne kadar benim?
-15 Euro efendim…
-Peki… diyerek uzattı 15 Euro’yu Tarık. “Görüşmek üzere…”
-İyi akşamlar efendim…
Dükkândan çıkmasıyla Mark doğruca Tarık’ın yanına geldi, heyecanı gözlerinden okunuyordu;
-Ne oldu, ne konuştunuz kızla? Niye bu kadar uzun sürdü?
Tarık durup uzunca bir süzdü;
-Mark dedi “Bizim atasözlerimizden bahsettim mi hiç sana?”
Mark afallayarak;
-Hayır, neden ki?
-Atalarımız ne demiş biliyor musun Mark;
“Her sakallıyı deden sanma!”
Mark birden gülmeye başladı;
-Ne yani aradığın kız o değil miymiş?
-Değilmiş…
Yürümeye devam ettiler, Mark’ın keyfi yerindeydi ve her şeyi dinlemek istiyordu;
-E, ne yaptın o zaman bunca zaman içeride?
-Pasta sipariş ettim.
-Ne yaptın ne yaptın?
-Pasta sipariş ettim dedim ya…
Kendini tutamayarak kahkahayı bastı Mark, günlerce eğlenecek malzeme bulmuştu ya esas onu keyiflendiren buydu. Tarık ise bunu umursamıyordu bile aklında hala o soru dönüp duruyordu;

“Nerede bu kız?”


Devam edecek... 

Hiç yorum yok:

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blogger tarafından desteklenmektedir.