MÜJDE II.Bölüm



Tarık akşam yemeğinin ardından karavanına dönmüştü ancak yapabileceği ya da yapmak istediği bir şey yoktu, yatağına uzanmış geçmiş günleri düşünüyordu, güzel günleri…
Annesinden yediği dayaklar, kardeşiyle kavgaları, babasının azarları bile tatlı geliyordu şimdi.  Annesinden yediği ilk dayağı hatırladı sonra; altı yaşındaydı ya da yedi ama daha büyük değildi, iyi hatırlıyordu. Üst kat komşuları yeni taşınıyordu ve kapılarının önünde eski, taşlı bir ahize vardı. O yaştaki aklıyla bu taşları mücevher zannetmiş ve arkadaşlarını da toplayarak bütün taşları koparmışlardı, artık onlar da birer define avcısıydı! En azından eve gidene kadar öyle sanıyordu Tarık, işin aslını yediği dayak ortaya koymuştu ya iş işten geçmişti artık…
Sonra babasının ilk bisiklet alışı geldi aklına, bisiklet öğretişi. İki tane yaprak bulmuştu babası, biri kızıl bir tonda diğeri ise yeşile yakın bir yapraktı. Tarık bunlara göre duruyor ve hareket ediyordu ama en önemlisi bu değildi, burada önemli olan babasıyla oyun oynuyor olmasıydı. Çünkü yoğun biriydi Necmi Bey ve her zaman Tarık’la oynamaya fırsat bulamazdı. O yüzden belki de her çocuğun yaşadığı bu bisiklet klişesi Tarık’ın hayatında derin bir anlam barındırıyordu…
Güzel hatıralar böylece sürüp gidiyordu zihninde ama bir an duraksadı, o gün canlanıverdi birden zihninde; ölümün ilk defa kapısını çalışını anımsadı Tarık. Allah’ım bu ne acı bir sesti, verilen o son nefesi ne kadar da sertti. Kız kardeşi son nefesini verirken dağılan şuuru annesinin nefes vermesiyle derbeder olmuştu. Duraksamıştı, zaman, mekan. Kendine geldiğinde babası başucunda duruyor ve bir şeyler fısıldıyordu kulağına;

“Ben seninleyim oğlum...
Biz yine de birlikteyiz…
Seni de bırakmayacağım…”

Ama bırakmıştı işte…
Bu hayat kavgasında yalnız bırakmıştı, acılarla baş başa bırakmıştı, acılarla bir başına bırakmıştı…
Ne olursa olsun, bırakmıştı…
Tarık ilk defa babasının onu kandırdığını düşündü, o malum geceden bu yana ilk defa bu denli canının yandığını hissediyordu. O an büyük bir boşlukta hissetti kendini, “Ya mektubunda da yalan söylediyse?” diye düşünmeden edemiyordu. Bunca şey boşuna mı yapılmıştı bunca zaman bunca yol bunun için mi harcanmıştı? Yalanlarla kurulu bir hayat mı yaşıyordu şimdi? Sinirle doğrulup oturdu, içinde bastıramadığı bir öfke vardı. Kandırılmak, hele ki babası tarafından kandırılmak dokunuyordu. Artık zerre inanmıyordu mektupta yazanlara, ne bir bekleyen vardı ortada ne de bir sır. Zaten böyle salakça bir şeye ancak böyle bir salak inanabilirdi. Sonra Andrea’ın acıyan bakışları geldi gözlerinin önüne, belli ki o da inanmamıştı bu hikayeye ama kendisini de üzmek istememişti ve sadece acıyan gözlerle bakmıştı belki de aşağılan bakışlardı bunlar. Tarık utancından ve sinirinden titremeye başlamıştı, bir şeyler yaparak bu aptal durumdan kurtulmak istiyordu ve çekip gitmekten başka bir alternatifi olmadığının farkındaydı. Öfkeyle zıpladı yatağından, bir an evvel gitmek istiyordu buradan, kaçmak ama ayağa kalkmasıyla şiddetli bir baş ağrısı saplandı ve peşinden bir baş dönmesi…
Sonra…
Sonrası karanlık…
* * *

Zifiri karanlıkta açtı gözlerini, hiçbir şey göremiyordu. En son karavanda olduğunu anımsıyordu, bayılmış olmalıydı. İyi de etraf neden bu denli karanlıktı, zerre ışık vurmaz mıydı şu karavana? Sokak lambalarını geç, ay bile mi vurmuyordu yani? Lambayı yakmak üzere kalktı, eşyalara çarpmamak için oldukça dikkatliydi. Birkaç adım attı ileriye doğru ama herhangi bir cisme denk gelmemişti henüz, biraz daha ilerledi çoktan duvarla karşılaşmalıydı. Karavanda değildi demek ki. Peki, neredeydi o zaman? İçini bir korku kapladı, burada ne arıyordu hem de bu saatte!
-Kimse var mı? Diye seslendi boşluğa doğru ama kendisini cevaplayan sadece sesinin yankısı oldu. İyiden iyiye ürpermişti ve gitmek istiyordu buradan ancak bu karanlıkta bir yere gidemeyeceği de açıktı. Olduğu yere oturdu, buraya nasıl geldiğinin bir önemi yoktu şu saatten sonra buradan nasıl çıkacağını düşünmeliydi. Başını ellerinin arasına alarak düşünmeye koyuldu. En son karavanda olduğunu anımsıyordu, yatağında yatmış geçmiş günleri yâd ediyordu. Sonra babasının söylediği o yalan gelmişti aklına. Nasıl olmuş da bunca zamandır bu aleni yalanı görememişti? Ve boşlukta bir kadın sesi yankılandı;
-Belki de göz ardı ettin Tarık?
Tarık korkuyla olduğu yerden geriye doğru çekildi;
-Kim var orada!?
Sorusu yeniden yanıtsız kaldı. Etrafını dikkatlice süzdü bu kez Tarık ama hala bir şey görmek mümkün değildi. Belki de bir yanılsamaydı onunki sadece, belki de vicdanın sesiydi duyduğu. Evet evet vicdanı olmalıydı bu sesin sahibi. Uzandı bu kez sonsuz karanlığa ve düşüncelerine. Belki gerçekten de görmezden gelmek istemişti gerçekleri, bu daha kolay gelmişti muhakkak. Duymak istediği gibi duymuş, görmek istediği gibi görmüştü belli ki. Duraksadı bir an Tarık, yoksa bu karanlığı da kendisi mi görmek istiyordu? Soruyu yanıtladı yine aynı edalı ses;
-Karanlıkta ve bir çıkmazda olduğunu düşünüyorsun Tarık.
Sese doğru yönelmek istedi Tarık ama ses sürekli yankılandığı için bu pek de mümkün görünmüyordu.
-Ne yani buraya hapsolmamın nedeni ben miyim şimdi?
-Evet
-İyi de neden isteyeyim ki böyle bir şeyi?
-Çünkü hayat sana zor geliyor Tarık. Yaşamaktan korkuyorsun, kendini kitaplara kapatmanın nedeni de bu değil mi zaten? Çünkü kitaplar canını acıtmıyor insanın, çünkü terk etmiyor kitaplar, çünkü sana bir hayal sunuyorlar, geçici bir süre için de olsa mutlu ediyorlar seni. Sen kitapları bir nevi uyuşturucu olarak kullanıyorsun Tarık!
Kendisiyle yüzleşmenin sancısını yaşıyordu Tarık. Gözlerini sıkı sıkıya yumdu, dişlerini sıktı;
-Ne yaşadığımı bilmiyorsun!
-Biliyorum Tarık ama abartıyorsun…
-Abartıyor muyum? Tüm ailemi kaybettim ben! Hayatımı kaybettim!
-Kaybettiğin hayatı bulmak için bir çaban da yok ama.
Ses yankısız gelmişti bu kez kulağına. Sesin geldiği yana, soluna döndü Tarık ancak halen karanlık hâkimdi ve kızı seçemiyordu. Kıza doğru dönerek konuştu yine de;
-Onlar öldü, nasıl bulmamı bekliyorsun?
-Mektubu hatırla Tarık, sırrı hatırla…
-Tek hatırladığım şey babamın yalanları! Diyerek yeniden önüme döndü Tarık.
-Baban seni terk etmedi. Dedi bir başka ses.
Tarık sesin geldiği yöne doğru baktı bu kez, hatırlıyordu sanki bu sesi. Dikkatle bakındı siyahi boşluğa ve bu sıralarda karşıdaki dağlarda tan ağrımaya başlamamış, ışık huzmeleri karanlığı delerek ortalığı aydınlatmaya koyulmuştu. Yeniledi o erkek sesi kendini;
-Baban seni terk etmedi, zaten babalar oğullarını hiç terk etmezler…
Tarık donmuş gözlerle bakıyordu, karşısında oturan babasından başkası değildi. Üzerindeki şoku atlatır atlatmaz yeniden asabiyeti hâkim oldu bedenine;
-Bana yalan söyledin baba! Her zaman birlikte olacağız demiştin!
-Her zaman birlikte olacağız evlat…
-Sen neredesin o zaman baba!
-Yanı başındayım daima…
-İki yıldır ortada yoksun, nasıl yanımda olmak bu?
Tebessüm etti Necmi Bey;
-Babalar her zaman çocuklarının yanındadır, sadece ihtiyaç duyduklarında kendilerini belli ederler…
-Gün doğuyor dedi edalı sesin sahibi. Tarık annesini bulmak ümidiyle döndü sol yanına ama tanıyamadığı bir kadınla karşılaştı. Küt saçları, iri gözleri ve dolgun dudaklarıyla gerçekten çekici bir kadındı. Tarık biraz şaşkınlık biraz da hayranlıkla sordu;
-Pardon, tanışıyor muyuz?
Tebessüm etti küt saçlı kız, tebessüm edince iki şirin gamze boy gösterdi yanaklarında;
-Daha değil diye fısıldadı Tarık’ın kulağına “Hele bir güneş doğsun da, tanışırız elbet…”

Sonra önüne döndü ve gün doğumunu seyretmeye devam etti, Tarık da eşlik etti bu güzel sabahta bu güzel hanımefendiye. Necmi Bey ise önce oğluna baktı tebessüm ederek, ardından usulca kalktı yerinden ve geceden kalma karanlığın içinde kayboldu sessizce…


devam edecek...

Hiç yorum yok:

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blogger tarafından desteklenmektedir.