MÜJDE I. Bölüm


Sonbahar iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamış, İngiltere’de hava mutlak griydi. Yere düşen yağmur taneleri gizemli bir akustik oluşturuyor, bir hüznün şarkısı mırıldanıyorlardı. Ağaçlardan dökülen kuru yapraklar, rüzgârın ürpertici uğultusu bu hüznün ortaklarıydı. Bu iç karartıcı manzaraya bakmaya daha fazla tahammül edemeyen Tarık sertçe örttü karavanın penceresini ve yeniden yarım bıraktığı kitaba döndü ama iştahı yoktu, birkaç kelime ancak okuyabildi. Kitabı kapatıp masanın köşesine ittirdi, canı sıkılıyordu ve ne yapacağını bilmiyordu “uyumak iyi gelebilir” diyerek yatağına doğru ilerledi. Dağınıklığın içinden kendince bir yol bularak yatağa uzandı, gerçekten yorulmuştu. Gözlerini tavana dikerek düşünmeye başladı “Babasının bahsettiği bu büyük sır ne olabilirdi?” Aklına gelenler mantığına yatmıyordu, çünkü aklına gelebilecek alelade bir şey büyük bir sır olamazdı, olmamalıydı. Bu sır öylesine büyük ve ihtişamlı olmalıydı ki bir çırpıda idrak edememeliydi. Çalan kapıyla sıyrıldı düşüncelerinden, hızlı adımlarla vardı kapıya;
-Kim o?
-Benim Tarık, Rose!
Kilitleri açarak araladı kapıyı Tarık, Bayan Rose elinde büyükçe bir tepsiyle kapının ağzında duruyordu. Kapı açılır açılmaz kocaman bir gülümsemeyle;
-Sevdiğin yemeklerden getirdim sana
-Ah! Teşekkür ederim Bayan Rose, içeri geçmez misiniz? Gerçi biraz dağınık ama…
-“Sorun değil Tarık” diyerek girdi içeriye Bayan Rose, “Ben bu dağınıklığı yirmi yıldır her gün görüyorum.”
-Mark’dan bahsetmiyorsunuz değil mi?
-Yok canım Mark çok titizdir, Andrea’dan bahsediyorum ben. Mark bu konuda bana çekmiş…
-Oturmaz mısınız?
-“Ah, sağ ol tatlım” diyerek gösterilen yere oturdu Rose. “Karavanın güzelmiş.”
-Teşekkür ederim, biraz ufak ama bana yetiyor işte…
Rose gözlerini karavandan çekerek Tarık’a döndü;
-Şanslı bir çocuksun biliyor musun Tarık?
-Şans ve ben! Şans benden çok uzakta Bayan Rose…
-Öyle düşünme, güzel bir karavanın var ve dünyayı gezebiliyorsun. İstediğin zaman istediğin yere gidebiliyorsun, sınırsız bir özgürlük! Bu hayatın hayalini kuran kaç kişi var bilemezsin!
-Düşündüğünüz şey bir özgürlükten ziyade sürgün ve gördüğünüz hayat Bayan Rose sadece kaybetmek üzere kurgulanmış ne yazık ki. Üzerime düşen sadece bu hayatı yaşamak…
Rose bir teselli cümlesi aradı ama bulamadı, artık sohbet yerini kuru bir sessizliğe bırakmıştı. Her geçen dakika karavandaki atmosferin giderek ağırlaşmasına sebep oluyordu, Rose’da bunu fark etmiş olacak ki yavaşça ayağa kalktı;
-“Andrea merak etmiş olmalı, gideyim ben artık” dedi ve bütün hüznü Tarık’ın omuzlarına bırakarak usulca ayrıldı karavandan…

* * *
Sabah uyandığında geceden kalma hüznünü tümüyle üzerinden atmıştı, uzun bir süreden sonra ilk defa kendini huzurlu hissediyordu. İsteksizce doğruldu koltuktan, gerinerek etrafı süzdü bir süre, ayağa kalkacak gücü hissettiğinde kalkarak banyoya girdi. Yüzünü yıkadı, tıraş oldu ve lenslerini taktı. İçeriye geçerek mümkün olan en temiz gömlek ve pantolonunu giydi. Artık Londra için hazırdı...
Bir çocuk gibi sabırsızlanıyordu, hızlı adımlarla çıktı karavanından ama Bayan Rose’u görmesiyle bir telaş kapladı içini ve kısa bir selam vererek yeniden karavana girdi. Doğruca tezgâha ilerledi, tabağı iade etmeliydi.  Aceleyle yıkayıp kuruttu ama tabağı boş vermek de olmazdı, dolapları karıştırmaya koyuldu bu kez.  Neredeyse örümcek yuvası haline gelen dolaplarda yiyecek bir şey bulamayacağının çabuk farkına vardı, dolabı sıkıntıyla kapatıp karavanın içine göz attı bir süre. Neden sonra gözü raftaki o kitaba çarptı; “Şarkın Serçesi”
Kitabı tabağın üzerine koydu, üzerini peçeteyle örtüp yeniden çıktı karavanından. Bir solukta Rose ve Andrea’nın yanına gelerek selamını yineledi;
-Merhaba Bayan Rose, merhaba Andrea  –Andrea’a sıfatlardan hazzetmiyordu, kendisine sadece ismiyle hitap edilmesini isterdi daima- nasılsınız?
Anaç bir gülümsemeyle selamladı Rose Tarık’ı, Andrea ise okuduğu gazeteye dalmış Tarık’ın geldiğini bile fark etmemişti.
-“Otursana” dedi Rose.
Tarık tabağı Rose’un önüne bırakıp oturdu sandalyeye. Rose peçeteyi kaldırıp tabağını ve üzerinde duran kitabını görünce biraz da şaşırarak sordu;
-Tarık, bu ne tatlım?
-Ah, o gerçekten güzel bir kitap Bayan Rose. Gerçi Fransızca ama Mark Fransızca bildiğinizi söylemişti, o yüzden getirdim.
-Sağol tatlım ama gerek yoktu ki
-Olur mu Bayan Rose, bizde gelen tabak boş gönderilmez. Yiyecek bir şey bulamayınca doyuracak bir şeyler koyayım istedim…
İçten bir tebessüm yayıldı Bayan Rose’un, iki günde içi ısınmıştı bu çocuğa;
-Peki, öyle olsun bakalım Tarık. Ne yaptın, rahat uyuyabildin mi gece?
-Uyudum uyudum, yol yormuş beni gerçekten. Ayrıca teşekkür ederim bahçenizi kullanmama izin verdiğiniz için…
Bu sırada gazetesini okumayı bitiren Andrea girdi söze;
-Önemli değil, rahat etmen yeterli delikanlı…
Belki de şehrin gürültüsüne inat bir süre sustu masanın sakinleri. Suskunluk kasvetli bir hal almak üzereydi ki Rose girdi söze;
-Mark çay sevdiğini söyledi, bir bardak da sana getireyim istersen?
Çay fikri içini ısıtmıştı Tarık’ın, utangaç bir edayla konuştu;
-Şey, zahmet olmazsa bir bardak rica edebilirim…
-Yok canım neden zahmet olsun, süt ister misin çayına?
-Yok, sağ olun. Sütlü çaya alışamadım da hala…
-Peki tatlım, sen bilirsin. Diyerek eve doğru yöneldi Rose. Artık Andrea ve Tarık baş başa kalmışlardı. Andrea da çayından bir yudum alarak girişti söze;
-Nereden geliyordun Tarık?
-Türkiye’den Bay Andrea.
Tatlı sert çattı kaşlarını Andrea;
-Bak Tarık anlaşalım seninle, sıfat falan kullanma benimle konuşurken Andrea demen yeterli. Anlaştık mı?
-Peki Andrea.
-Hah şöyle, şimdi söyle bakalım yolun nasıl düştü buralara?
-Ben birini arıyorum, araya araya buraya kadar geldim anlayacağınız…
-Kimi arıyorsun böyle yana yana bakalım?
-Onu bende bilemiyorum işte Andrea, sorunda bu ya zaten…
Andrea duraksadı bir an;
-Nasıl bilmiyorsun?
-Baya baya bilmiyorum…
-Yani bunca zamandır hiç tanımadığın birini arıyorsun, doğru mu anlıyorum?
-Evet aynen öyle…
Ciddileşmişti Andrea “Dalga mı geçiyor bu çocuk benimle?” demekten alamadı kendini ama gayet ciddi, hatta üzgün duruyordu. Deli miydi yoksa? Tarık Andrea’nın bu ani susuşundan şaşkınlığını fark etti ve açıklama ihtiyacı duyarak konuşmaya koyuldu;
-Dışarıdan bakılınca çok saçma duruyor değil mi? Dedi Tarık, başını önüne eğip devam etti;
-Babam iki sene önce vefat etmeden önce bana bir mektup bırakmış. Mektupta dünyanın bir köşesinde beni bekleyen biri olduğunu ve o kişinin evrenin en büyük sırrına sahip olduğunu not etmiş. O kişiyi bulmam gerektiğini vasiyet ederek bitirmiş mektubunu…
Duraksadı, gözyaşlarını sildi ve devam etti;
-Biliyor musunuz Bay Andrea mektubu ilk okuduğumda bana da çok saçma gelmişti bu isteği ama sonra oturup düşündüm bu bir vasiyetti ve babamın son arzusunu yerine getirmeye mecburdum…
Derin bir soluk alıp Andrea’ya döndü ve dolu gözleriyle tebessüm etti;
-Hem babalar en doğrusunu bilmez mi zaten?
Andrea’nın da gözleri dolmuştu, babacan bir tavırla tuttu Tarık’ın elini. Birbirine uzak, birbirini neredeyse hiç tanımayan bu iki adam bir evin bahçesinde aynı dertle dertlenebiliyordu, ufak bir farkla elbette;

Tarık’ın canı acıyordu, Andrea ise Tarık’a…



devam edecek...

Hiç yorum yok:

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Blogger tarafından desteklenmektedir.